Mahkûmiyet Kararı Sonrası Tutuklamanın Hukuki Niteliği: Hükmen (Hüküm Özlü) Tutukluluk
Bu
yazıda Yargıtay’ın içtihat yoluyla icat ettiği! Ancak hukuki bir temeli olmayan
“hükmen tutukluluk” kavramını ele alacağız.
İlk
olarak belirtelim ki, Yargıtay, bu kavramı AİHM içtihatlarından ithal etmiştir.
İthal etmiştir ifadesini kullanıyorum çünkü bizim hukukumuzda temeli olan bir
kavram değildir. AİHM’in bu yöndeki kararının doğru olup olmadığını
tartışmayacağım. Daha çok hükmen tutukluluk kavramının hukukumuza neden uygun
olmadığını anlatmak istiyorum.
Eleştirilere
geçmeden önce hükmen tutukluluk kavramını açıklayalım. Hakkında mahkûmiyet
kararı verilene kadar, özgürlüğünden mahrum bırakılan sanığın statüsü “tutuklu”
olarak geçer. Hakkında mahkûmiyet kararı verildikten sonra ise Yargıtay sanığı
artık “hükmen tutuklu” olarak kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak da hükmen
tutuklu sıfatıyla kişinin özgürlüğünden mahkum bırakılması sırasında geçen
süreyi CMK m. 102 kapsamında belirlenen azami tutukluluk süreleri içerisine
dahil etmemektedir. Bu da demektir ki 102. Maddede yer alan süreler sadece ama
sadece hüküm verilene kadar geçen süreleri kapsar.
Hükmen
tutukluluk kavramına karşı ileri sürülebilecek ilk karşı argüman CMK m. 104’ten
kaynaklanmaktadır. Bu maddeye göre: “Dosya
bölge adliye mahkemesine veya Yargıtay’a geldiğinde salıverilme istemi hakkındaki
karar, bölge adliye mahkemesi veya Yargıtay ilgili dairesi veya Yargıtay Ceza
Genel Kurulunca dosya üzerinde yapılacak incelemeden sonra verilir; bu karar
resen de verilebilir.”
Görüldüğü
üzere, kanun yolunda tutuklu kişinin salıverilmesinden bahsedilmektedir. İlgili
kişi hükmen tutuklu ise, yani ilgili kişi açısından artık infaz edilen bir
koruma tedbiri değil de, bir ceza yaptırımı ise kanun neden o kimsenin
salıverilmesinden bahsetmektedir. Ceza yaptırımına maruz kalan kimse neden
kanun yollarında salıverilebilecektir? Eğer mahkumiyet kararından sonra infaz
edilen bir koruma tedbiri olarak tutukluluk değil de hükmen tutukluluk adı
altında bir ceza yaptırımı ise, ilgiliye kesinleşmeden nasıl bir ceza yaptırımı
uygulanabilmektedir. Bu bir ceza yaptırımı değil ise ve koruma tedbiri ise
ilgili kimse açısından kanun yollarında tutuklu olarak geçen süreler niçin
azami süreler dâhil edilmemektedir. Hükmen tutukluluk kavramı bu hususları
açıklayamamaktadır.
Yine CMK 2.
Maddesinde kovuşturma evresinin başlangıcından (iddianamenin kabulünden)
kovuşturma evresinin sonuna (hükmün kesinleşmesine) kadar sanık sıfatının
varlığını kabul etmiştir. Öyleyse kanunun sanık sıfatını atfettiği bir kimse
açısından bu sıfatı göz ardı ederek hükmen tutuklu gibi kanunda yer almayan bir
sıfat neden icat edilmiştir? Görüldüğü gibi kanun koyucu ilgilisinin kanun
yollarında hüküm kesinleşene kadar sanık olduğunu kabul ederek aslında bu
süreçte tutuklu olarak geçecek süreleri de azami süreler içinde gördüğünü ifade
etmeye çalışmıştır.
Zannımca
Yargıtay’ın, AİHM kararlarından bu kavramı ithal ederken, meseleyi bütüncül
olarak görememesinden ve Anayasa m. 90/5’i hatalı yorumlamasından kaynaklanan
ciddi bir hatası mevcuttur.
Anayasa m.
90/5 şu şekildedir: “Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar
hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas
alınır.”
Anayasa m.
90/5, insan hakları sözleşmeleri ile anayasa hükümleri arasındaki ihtilafların
insan hakları sözleşmesi yönünde çözüleceği ve öncelikli olarak bu
sözleşmelerin hükümlerinin uygulanacağını söylemektedir. İlk bakışta
Yargıtay’ın hükmen tutukluluk kavramının sözleşmeden kaynaklandığı ve sözleşme
ile yukarıda bahsettiğimiz iç hukuk düzenlemelerinin çelişmesinden dolayı 90/5
gereği sözleşmeye üstünlük tanıdığı ve bunun da hukuka uygun olduğu sonucuna
ulaşılabilir.
Bu mantığın
içine düştüğü çok önemli bir hata vardır. Bu anlayış, Anayasa m. 90/5’in insan
haklarına ilişkin sözleşmelerin her zaman iç hukuktan daha güvenceli olacağı
fikrine dayanan bir düzenleme olduğunu unutmaktadır. Oysa AİHM kararları
çerçevesinde şekillenen AİHS uygulaması çoğu zaman sanık açısından iç hukuk düzenlemelerinden
daha geniş ve daha güvenceli olsa da, kimi zaman iç hukuk düzenlemeleri daha
güvencelidir. Hükmen tutukluluk meselesi de böyledir. AİHM, kanun yollarında
geçen süreleri tutukluluk süresi saymazken, iç hukukumuz aksi yönde hareket
ederek 104. Maddede ve 2. maddede belirtildiği gibi bu süreleri tutukluluk
sürelerine dâhil etmiştir.
Anayasa m.
90/5, daha güvenceli olduğu düşünülen insan hakları sözleşmesi hükümlerinin
sanık açısından öncelikle uygulanması amacına yönelik ihdas edilmiş bir hükümdür.
Fakat bu düzenleme katı bir biçimde yorumlanarak insan haklarını kısıtlayıcı
şekilde uygulanmamalıdır. Bu tür bir uygulama insan haklarını güvence altına
almaya çalışan bir hükmün kullanılarak insan haklarını daraltması anlamına
gelir. Diğer bir deyişle, sanık açısından daha güvenceli bir düzenleme iç
hukukta öngörülmüş ise sanığın lehine olan bu durum uygulanmalı ve Anayasa m.
90/5 lafzına aşırı sadık bir anlayış ile ilgili hükmün amacına aykırı düşecek
uygulamalara gidilmemelidir. Hükmen tutukluluğun insan hakları sözleşmesinden
kaynaklandığı ve azami sürelerin bu kapsamda sayılmadığı fikri, Anayasa m.
90/5’in lafzını çok katı bir şekilde yorumlayan ve ilgili hükmün amacının
sanığın haklarını genişletmek ve koruma altına almak olduğunu göz ardı eden bir
anlayışın ürünüdür.
Kaldı ki AİHM,
verdiği kararlarda insan hakları açısından ASGARİ ŞARTLARI belirler. Yani en
azından o standarda uyulmalıdır. İç hukukta daha yüksek dereceli bir güvence
temin edilmiş ise sırf AİHM’in dediklerini kelimesi kelimesine takip etmek
pahasına sanığın kanunlarda yer alan güvencelerini bertaraf etmek, insan
haklarını koruyan bir sözleşmenin sanki daha fazla insan hakkı verilmesini
yasaklıyormuşçasına uygulanması anlamına gelir ki bu da sözleşmenin ruhuna
aykırıdır. Unutulmamalıdır ki AİHM asgari normu belirler, standart ve olması
gereken normu belirlemez!!! İç hukukta AİHM’in belirlemelerinin üzerine
çıkılabilir ve daha güvenceli normlar varsa onlar AİHS normları ile çatışsa
bile uygulanabilir. Böyle bir uygulama sözleşmeye aykırılık doğurmayacaktır.
Aksi düşünce insan haklarını daha güvenceli hale getiren uygulamaların,
sözleşmeye aykırı olduğu anlamını taşır ki bunun sözleşmenin yazılma amacı ile
bağdaşır hiçbir yanı yoktur.
Sonuç olarak,
Anayasa m. 90/5, insan hakları sözleşmelerinin düzenlemeleri ile iç hukuk
normlarının çatışması halinde iç hukuk normu sanığın daha lehine ise uygulanmak
zorundadır. Bu hükmün amacı bunu gerektirir. Ancak iç hukuk normunun daha az
güvence taşıdığı hallerde elbette 90/5 uygulanacak ve sözleşmeye öncelik
verilerek onun ilgili hükmü uygulanacaktır. Nihayetinde bu tür bir çatışmada
sanığın lehine olan hüküm hangisi ise o uygulanmalıdır. Anayasa m. 90/5’in
düzenlenme amacı sanık haklarını korumak olduğuna göre, bu hüküm sanığın
aleyhine sonuçlar doğuracak şekilde uygulanamaz. Dolayısıyla Yargıtay’ın
yukarıdaki uygulaması bahsettiğimiz bu sebeplerden dolayı hatalıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder